OSMAN ELİKÖTÜOĞLU KİŞİSEL WEB SAYFASI

Soyadı ve Sülale Lakabı Paradoksu Üzerine!

Türkler; gerek geçirdikleri tarihsel serüvenleri gerek konuştukları dilin yapısı ve fonetiği gerekse de binlerce yılda edindikleri olan kültürel farklılıklarından dolayı Türkologlar tarafından 6 Ana Gruba ayrılmışlardır. Bunlar;

1-) Oğuz Grubu …….Türkiye, Azerbaycan ve Türkmenistan

2-) Kıpçak Grubu….Kazakistan, Kırgızistan ve Tataristan

3-) Sibirya Grubu….Yakutistan ve Tuva

4-) Uygur Grubu…..Özbekistan ve Doğu Türkistan

5-) Ogur Grubu…….Çuvaşistan

6-) Argu Grubu…….İran Halaç Bölgesi vb. şeklinde özetlenebilir.

Türkiye Türklerinin de dahil olduğu Oğuz Dil Grubu günümüzde 150 Milyon insan tarafından konuşulmaktadır. Bu rakam tüm Türk Dilleri Ailesi’nin dünyada 200 Milyon insan tarafından konuşulduğu göz önünde bulundurulduğunda %75’lik bir orana denk gelir ki bu da tarihsel serüvenlerden bu yana Türk Dünyasına Oğuzların yön verdiğinin bizlere bir kanıtıdır. Binlerce yıldır Asya steplerini atlarının nallarıyla ezip geçen Oğuzlar 10.yy’da kurdukları Oğuz Yabgu devletinden sonra sırasıyla Selçuklu Devleti ve uzun bir dönem cihana hükmeden Osmanlı Devleti‘ni kurmuşlardır. Devletlerin hanedanları değişse de yönetim şekli eski Türk Yasalarına tabii olduğundan kültürel olarak bu devlet silsilesini Göktürk Kağanlığı’na hatta Hun İmparatorluğu’na kadar götürsek tarih bizimle çelişmeyecektir.

Selçuklu Devleti işleyiş şekliyle göçebe Türk Topluluklarına nazaran köklü bir yerleşik hayatı olan İran kökenli devletleri kendisine örnek almıştı ve bunun sonucunda Selçuklu Devleti sınırlarında Farsça sadece edebiyat dili olarak kalmamış o dönemki Türk Milleti üzerinde hakim ve yerleşik dil olarak etkilerini göstermişti ki 2000’e yakın Farsça Kelime günümüz Türkçesinde dahi varlığını korumaktadır. Hatta günümüz Türkçesi Türkiye Cumhuriyeti‘nin kuruluş döneminde çok kapsamlı bir dil reformu geçirmesine rağmen Farsça’nın izleri tamamen silinememiştir.

Daha sonra 13.yy sonlarında bayrağı Kınık Boyu’ndan gelen Selçuklu’lardan teslim alan Kayı Boyu asıllı Osmanoğulları zaman içerisinde müthiş bir şekilde askeri, kültürel ve sosyoekonomik yönden gelişme kaydederek büyük bir cihan imparatorluğu haline gelmiştir. Bulunduğu çağlarda her zaman en büyük güç olan Osmanlı Devleti hem tebaası hem ordusu hem de medeni yönüyle diğer milletleri kıskandıracak boyutlara ulaşmıştır.

Selçuklu ve Osmanlı gibi modern Türk Devleti anlayışı bulundukları bölgenin medeni, bilim ve tarihi yönüne sahip çıkmış çoğu sistemini ona göre geliştirmiştir. Selçuklular bulundukları coğrafyanın en önemli devletlerini oluşturan Farsların hem dillerini kendi toplumuna uyarlamışlar hem de ilmi ve edebi yönlerini öğrenmişlerdir. Osmanlı Devleti de, tıpkı 9.yy’dan itibaren dalga dalga İslam’a geçen Türk Boyları gibi Arapça ve Arap medeniyetine daima saygı göstermiştir. Bundan dolayı da Osmanlı Devleti bireyi aile adıyla tanımlama yöntemini Arap Kültüründen devşirerek aynen tebaasına işlemiştir. Hatta bu bir dönem öyle hal almıştır ki “El-Hac Ahmed bin Mustafa” tamamen bir Arap gibi tabinlerce kayıtlara dahi rastlamak mümkündür Osmanlı Arşivinde.

Yaşadıkları bölgelerde kendilerinden önceki medeniyetlerin ve milletlerin daima iyi yönlerini ve uygulamalarını alan Türkler dolayısıyla da Osmanlı Devleti, Avrupa’da kendine uygulama alanı bulan ve bazı durumlarda  11.yy başlarına kadar ulaşabildiğimiz derebeyi ve önemli kişiliklerin sahip olduğu soyadı müessesesine hiçbir zaman önem vermemiştir.

14-17.yy arası Osmanlı Devleti’nin Anadolu topraklarında kalan kısımlarında halkın büyük çoğunluğu göçebe olarak oba ve aşiret sistemiyle yaşamaktaydı. Kayıt altına alınan köylü ve şehirliler aile namlarıyla yazılırken, yaylak ve kışlaklarda yaşayan Yörük-Türkmen, Arap ve Kürt (Ekrad) aşiret, cemaat ve obaları bağlı bulundukları üst kimlik üzeriden sisteme işleniyordu. Ancak göçebe toplulukların vergileri borçları bireysel olarak değilde başlarında bulunan Kethüda  veya Derbent Ağası gibi önemli kişilikler tarafından ödendiği için bir oba, oymak veya aşiret içinde bulunan ortalama bir şahsın devlet tarafından pek mühim bir önemi yoktu.

Osmanlı Devleti’nde çağdaş anlamda ilk nüfus sayımı padişah II. Mahmut Döneminde 1830-1831 yılları arasında yapılmıştır. Aşiret ve obalar IV.Murat döneminden itibaren kademe kademe “köylüleştirildiği” için devletin işi de nüfus sayımında kolaylaşmıştır. Ancak yılların getirdiği ayrılık, farklı bölgelerde kalma gibi sebeplerden dolayı aynı kökten gelen iki aile farklı farklı namlarda kayıt altına alınarak büyük ve köklü ailelerdeki kopuşların ilk temeli bu dönemde atılmıştır. Bu duruma örnek verecek olursak 17.yy. sonlarında Ahmetoğulları Kabilesi olarak bilinen bir yörük obasının kolları iki farklı yerleşim birimine yerleşince; 1831 sayımında bir bölümü kayıtlara Ahmetoğlu olarak kaydolurken diğer bir bölüm daha sonraki nesillerden gelen birinin adıyla yani Ahmetoğullarından Mehmet Oğlu Mustafa‘nın soyundan gelenler bu ilk resmi sayımda kendilerini Mustafaoğulları olarak kayıt altına aldırmışlardır. Böylece 18yy. ortalarında birbirlerinden haberdar olmayan ya da haberdar olduğu halde mesafe ve sosyoekonomik durumlardan dolayı iletişim kuramayan aynı ailenin üyeleri birbirlerinden tamamen kopmuş ve her biri köksüz, kimsesiz bireyler ve aileler haline gelmişlerdir.

Osmanlı Devleti en başlarda Avrupa’daki rönesans ve reform hareketlerine kulak asmadığından veya ayak uyduramadığından daha sonraları da adapte olamadığından 500 yıllık bir kayıp aile bilincine zemin hazırlamıştır. Burada ki amaç aynı zamanda Ulus Devlet yaratma gayreti de gösterdiğinden Devlet-i Ali zaman içerisinde obaların hangi boydan geldiğini, aşiretlerin hangi cemaat ve obaya bağlı olduğunu, bireylerin hangi aşirete bağlı olduğunu unutturarak köylü veya şehirli Beyaz Türk yaratma modelini gerçekleştirmiştir. Osmanlı Devleti 19.yy sonlarına doğru zayıflayıp ve yıkılarak kendi varlığını Anadolu’daki Türk Varlığı’na teslim edince  başlarında Mustafa Kemal ATATÜRK bulunan bu ruh üzere modern Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş oldu.

Milli eğemenliğini ve bağımsızlığı tüm dünya devletlerine duyurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde kendini bekleyen bir reformlar bulunmaktaydı. Harf İnkilabı gibi yeniliklerden sonra sıra Soyadı Müessesine gelmişti. İsviçre Medeni Kanunundan esinlenerek 1 Haziran 1934 TBMM’de tarihinde kabul edilmiş, 2 Temmuz 1934 günü Resmi Gazete‘de yayımlanmış ve 2 Ocak 1935′te yürürlüğe girmiştir. Bu 2525 sayılı Soyadı Kanunun kabul edilmesinden sonra soyadı, Türkiye’de kişilerin kimliğinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Yapılan bu kadar olumlu medeni reformlar bile 500 yıllık zaman silsilesi içinde sürekli kopan geniş aile bağlarını tekrar tedavi edememiş aksine daha derin yaralar açmıştır. Zira Soyadı Kanununun uygulanmasında çok temel ayrılıkçı ve bağından koparıcı argümanlar ortaya çıkmıştır. Çünkü Avrupa ve ABD‘de herhangi bir vatandaş kilise kayıtları sabit olduğu için bir anda 400 yıl öteye yolculuk yapabilirken bizler daha 100-150 gibi kısa bir tarih sürecinde burnumuzun ucunu ile göremez hale geldik.

Mikro örnekten yola çıkacak olursak tüm Türkiye’de uygulanmış olan Soyadı Kanunu aradan geçen 82 yıldan sonra günümüzde değerlendirecek olursak aynı kökten sülalelere 3-4 farklı soyisim verilmesi’nin vehameti X,Y ve Z olarak tanımladığımız kuşaklarda en belirgin olarak kendisini Z kuşağında göstermiştir.

Z kuşağının özellikleri incelenecek olursa 1995 yılından sonra doğmuş sokakta hiç oyun oynamamış, tamamen bilgisayarla büyümüş, oyunları hep sanal olmuş, tam anlamıyla kendi dar bireysel dünyasına kapılmış bir neslin öz akrabası olduğu halde kendisinden farklı bir soyadı taşıyan yakınına yaklaşımı hiçbir zaman samimi duygularla beslenmiş olmayacaktır.

İnsanları bir araya getirmenin çok mümkün olmadığı gelseler dahi bireylerin birbirlerine karşı “diğergamlılık” duygusu taşımadığı ya da bu duygunun kendisine hiç aşılanmadığı göz önüne alınırsa bu konunun ne denli önem arz ettiği ortadadır.

Sonuç kendilerinde aile olma bilincini hisseden ve bunun beşer bir varlık olarak insanda ne tür çağrışımlar yaptığını kavrayabilen kişi ve sülalelerin, bireyselleşmenin pik değer yaptığı 21.yy’da bir nebzede olsun ortak paydada buluşabilmek ve gelecek nesillerine hazır ve temeli sağlam bir müessese bırakabilmeleri için “Soyadı Birliği” devrimini gerçekleştirmeleri gerekmektedir.

Osman ELİKÖTÜOĞLU

06.11.2019-İstanbul