OSMAN ELİKÖTÜOĞLU KİŞİSEL WEB SAYFASI

Sivas ve İlçelerinde Aşiretlerin İskanı

SİVAS ve İLÇELERİ’NDE AŞİRETLERİN (OYMAKLARIN) YERLEŞMESİ (OSMANLILAR’DA AŞİRETLERİ İSKÂN TEŞEBBÜSLERİ)

Osmanlı Devleti, beylikleri kendine bağlayıp, hâkimiyeti sağladıktan sonra, komşu devletlere karşı büyük bir güç olduğunu kanıtlamasıyla Anadolu’da yeni bir dönem başlamıştır. İslamiyet Dini de bu dönemde, birçok din ve dildeki çeşitli etnik kökenli insanlar arasında hızla yayılmaya başlamıştır. Bu dönemde tarikatların, İslamiyet’in yayılmasında çok büyük etkisi olmuştur. Anadolu’daki Türk birliğinin sağlanmasında ve Türkmenlerin iskânında tarikatların, tekke ve zaviyelerin yüklenmiş olduğu fonksiyonları unutmamak gerekir. Ahilik, Mevlevilik, Yesevilik, Bektaşilik, Nakşibendîlik, Halvetilik, gibi tarikatlar yoluyla Hıristiyan yüksek tabaka Müslüman olmuş, kırsal kesimde ise göçebe Türkmenler, Türkmen gazileri ve Orta Asya Şaman geleneğini de sürdüren dervişler etkili olmuşlardır. Bu dönemde Anadolu doğudan batıya doğru tümüyle İslamlaşarak, tüm Anadolu yerleşim birimlerinin eski isimleri unutulup yerlerini Türkçe isimler almıştır. Böylece Anadolu’da İslamlaşma ve Türkleşme 400 yıl kadar sürmüştür. Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde batıya doğru olan yerleşme de birçok köylere isimlerini veren, boş ve ıssız yerlere yerleşenler yerleştikleri yerleri imar ve iskân eden dervişlerle onların faaliyet merkezi olan tekke ve zaviyelerin bu iç iskân siyasetinde çok büyük görev üstlenmiş olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekmektedir. Çünkü Osmanlı döneminin ilk yıllarında birçok köy ve kasabalara isimlerini vermiş olan ve bu bölgelere yerleşmiş olan derviş veya şeyhlere intisap edenler hemen dervişin bulunduğu bölgelere giderek yerleşiyor, hemen bunun ardından bu şeyhe mensup kimseler de bu şeyhin bulunduğu yöreye gelerek iskân ediyorlardı veya devlet erkânının emirleriyle buralara gönderilerek yerleştiriliyorlardı. Hem böyle ve bu yörelerde İslam’ın yayılışı gerçekleşiyor ve hem de Türkmen gurupları yurt ediniyorlardı. İşte bu tür iskânlaşmanın ardından 16. yüzyılın sonlarına kadar olan zamanda da meydana gelen birçok sosyal çalkantılar sebebiyle daha önceki yurt edinmiş olduğu yerlerden ayrılarak başka yerlere gitmiş, ya da gitmek zorunda kalmış olanların ve çeşitli aşiretler ya da beylikler arasındaki mücadeleler sonucunda ıssız ve harabe haline gelmiş bu yerler 1691 yılında kapsamlı bir aşiret iskân teşebbüsüyle Türkmen gurupları Anadolu’nun birçok yerlerine iskân edildiler. İşte bu iskânın ardından, ancak Anadolu’da tamamıyla bir yerleşik düzene geçiş sağlanmış oldu. Gürün, Kangal ve Şarkışla İlçemizin de bulunduğu bu bölgeler, yani Tohma Havzası’ndaki iskânların büyük çoğunluğu da bu iskânlar esnasında yapılmıştır. Çünkü daha önceleri konar-göçer halde hayat tarzı süren birçok Türkmen oymakları da mecburen ya bulundukları bir yere veyahut devletin göstermiş olduğu yörelere iskân etmek zorunda kaldılar.

Anadolu’da birkaç yüzyıllık dönem içinde, pek çok Türk boyu yerleşerek Türkmenlikten (göçebelikten) çıkmış, tarım köyleri kurmuştur. Pek çok Türkmen boyu da, kışlaklarını köy edinerek tarıma başlamış, fakat yazın yaylaya çıkarak göçebe yaşamını bir ölçüde sürdürmüş ve böylece yarı Türkmen, ya da başka bir deyimle yarı göçebe olmuştur. Yerleşmeler nedeniyle göçebenin yerleşik düzene geçenlere göre oranının daha az olduğu açıkça görülmektedir. XVI. yüzyılda belli başlı tam göçebe toplulukları olarak kışları Halep çevresinde, yazları Uzunyayla ve Sivas’ın güney bölgelerinde ve Gürün’de geçiren Halep Türkmenleri, Mardin’in güneyinden gelip Erzurum ve Erzincan’da yaylaya çıkan Boz Ulus ve Amik Ovası ile Çukurova arasında konaklayan Dulkadirliler’in bir bölümü görülür. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinden döndükten sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da tahrir yapılmasını emretmiştir. Bu emir üzerine gerçekleştirilen tahrir defterlerinde (Başbakanlık Osmanlı Arşivi tahrir defterleri, 915-1007 numaralı sayfaları) bu döneme ait bilgileri bulmak mümkündür. Bu tahrir defterlerine göre, Bozulus’un da ilk tahriri 1540 yılında yapılmıştır. Bu tahrirler yapılırken, Bozulus aşiretlerine mensup kişilerce kurulan köyler için ya aşiretin adı açıkça belirtilmiş ya da sadece “Bozulus” kaydı düşülmüştür. Öte yandan, Diyarbakır, Urfa ve Birecik’e ait diğer tahrir defterlerinde Bozulus’un yerleşme yerlerini; Dulkadir, Halep ve Bozok’a ait tahrirlerde ise Bozulus’u meydana getiren aşiretlerin akrabalarını tespit etmek mümkün olabilmektedir.

Bozulus Türkmenleri, XVII. Yüzyılın başlarına kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da daha sonra da Orta Anadolu’ya gelmiş ve buradan da Ankara, Aydın, Keskin, Vilayet-i Rum (Sivas ve bağlı sancakları) ve Karaman bölgelerine dağılmışlardır.Osmanlı tarihlerinde, mensup olunan boy, ulus veya etnik kimlik yerine, kişilerin ön plana çıkması, devlet hizmetindeki Türkmen Beylerinin mensup bulundukları aşiretlerin tespitine imkân tanımadığı gibi, büyük siyasi olayların etrafında odaklanan tarih yazıcılığı, konar-göçer Türkmen topluluklarının içtimai vaziyeti ve yaylak-kışlak hayatları boyunca meydana getirdikleri olaylar hakkında da kayda değer bilgiler vermemektedir. Osmanlı tarihleri, Safevi Devleti ile Osmanlı Devleti’nin mücadeleleri esnasında anmakta, Safevi Devleti hizmetindeki Türkmenler için ise sıklıkla ”Kızılbaş” tabirini kullanmaktadır. Bundan dolayı, Türkmenler, tarihlere daha çok sosyal ve iktisadi düzeni tehdit eden düşman unsurlar gibi yansımıştır. Bununla birlikte, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu esnasında Osmanoğullarının ataları, konar-göçer Türkmenler olarak tavsif edilmesi Türkmenliğin yerinilecek bir husus olmadığı, bilakis yerleşik hayatın temsilcileri tarafından da övünülecek bir özellik olarak mütalaa edildiği anlaşılmaktadır. Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerinin temelde Türkmen aşiretlerine dayanması ve bu devletlerin siyasi, hayatında boy ve oymakların etkili rol oynaması, bu devirde yazılan tarihlere de yansımaktadır. Bu tarihlerde Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevi Türk devletlerinin hizmetindeki Türkmenlerin takibini kolaylaştırmaktadır.

Kaşgarlı Mahmut, “Oğuzlar, bir Türk boyudur. Oğuzlar Türkmendirler. Bunlar 22 bölüktür.” Diyerek Türkmen adını Oğuzlar’a bağlamaktadır. Türkmenlerin İslamiyet’i kabul eden Türk zümrelerinin öncüleri olmaları yüzünden bunlara yakın oturan ve İslamiyet’i benimseyen Oğuzlara’da “Türkmen oldu” denilmekte idi. Netice olarak, Türkmen adı, X. Yüzyılda Ordu şehrinde oturan küçük bir topluluğun adı iken, belki de Müslüman komşularının kendilerine verdikleri tarihi rol sayesinde; XI. Yüzyılda Karluk, Halaç ve Oğuzlar’ı da içine alan siyasi bir terim olmaya başlamıştır, ancak Karluklar ve Halaçlar erken devirlerde bu birlikten ayrıldılar. Bu yüzden Türkmen adı sadece Oğuzlar’a verildi. Kaşgarlı Mahmut XI. Yüzyılda sadece Oğuz boylarından meydana gelen Türkmen teşekküllerini de kaydetmekte, hatta onların da kendi içlerinde ”dedelerinin isimlerini alan” irili ufaklı oymaklara ayrıldığını bildirmektedir. Öte yandan Oğuzların, XIII. Yüzyıla kadar kendilerini Türkmen diye isimlendirmemeleri her halde konar-göçer-yerleşik farkından kaynaklanıyordu ve Türkmenler konar-göçer hayatı temsil ediyordu.

Türkmenlerin, Türk ve İslam dünyasında önemli bir mevki işgal etmeleri Selçuklu Devleti’nin kurulması ile olmuştur. Selçuklu fetihleriyle birlikte batıya doğru akan Türkmen göçüne Malazgirt zaferi yeni bir mecra kazandırdı. Bu zaferden sonra Alparslan ile mağlup Bizans İmparatoru Romanos Diogenes arasında yapılan antlaşma, Diogenes’in ölümü üzerine bozulunca, Alp Arslan Anadolu’nun fethini emretti. Türkmenler, Kutalmışoğlu Süleyman Beğ, Mansur, Alp İlek ve Devlet gibi kumandanların idaresinde şimdiye kadar ulaşamamış oldukları yerlere kadar ilerlediler. Anadolu kısa bir sürede Türkmenlerin eline geçti. Geniş yaylalara ve verimli topraklara sahip olan Anadolu, konar-göçer Türkmenlerin yanı sıra, OrtaAsya’nın yerleşik Türk ahalisi tarafından dolduruldu. Anadolu Selçukluları, Artukoğulları, Danişmendoğulları, Ahlatşahlar, Mengücekler, Saltuklular gibi Türkmen beylikleri kurularak Anadolu toprakları yeni Türk ülkesi “Türkiye” haline getirildi. Anadolu’ya sevk edilen Türkmenler ise ya göçebeliği terk etmeyerek uçlarda bu hayatın gereği olarak yaylak-kışlak hayatlarını devam ettiriyor ya da tedricen yerleşik düzene geçiyorlardı. Türkmenlerden yerleşik düzene geçerek ziraat ile meşgul olanlar “Türk” diye isimlendiriliyordu. Böylece Türkmen adı, Anadolu’da konar-göçerlik ile eş anlamlı olarak kullanılıyordu. Moğol istilası sırasında Malatya civarında bulunan Germiyanoğulları daha batıya giderek yurt tutmuşlardı. Yine Moğolların önünden Anadolu’ya giren büyük bir Çepni bölüğü Karadeniz bölgesini Türkleştirmişti. Doğu Anadolu’da Baba İshak isyanını çıkmasında önemli rol oynayan Ağaçeriler bu isyan esnasında mühim miktarda zayiat vermelerine rağmen, bölgedeki varlıklarını halen devam ettiriyorlardı.

Akkoyunlu Devleti’nin idaresindeki konar-göçer Türkmenleri ve Akkoyunlu hanedanının dayanağı Bayındır Boyunun Doğu Anadolu’ya gelmesi, muhtemelen Moğol istilası esnasında olmuştur. Karakoyunlu ulusunu meydana getiren diğer Türkmen gruplarıyla birlikte Moğol-İlhanlı hâkimiyetinde kalmışlardı. Konar-göçer Türkmenlerin yaylakları Erzurum, Erzincan, Kemah ve Kars’a kadar uzanan platolardı. Bunlar güz mevsiminin gelmesiyle birlikte güneye doğru hareketleniyorlar, Memluklar devletinin sınırı boylarında Urfa, Birecik, Mardin, Caber ve Rakka’ya doğru uzanan sahada kışlıyorlardı. Ancak bunlar, Moğol hâkimiyeti esnasında henüz teşkilatlandırılmamış olup boy ve aşiret reislerinin idaresinde hayatlarını sürdürüyorlardı. İlhanlılar ile Memluklular arasındaki sınır bölgede yaylak ve kışlak hayatı yaşayan Dögerler ise zaman zaman Arap Beni Rebia aşireti ile çatışma halinde idi.

XIV. Yüzyılın başlarında Moğol hâkimiyetinin çözülmeye başlaması, Anadolu’daki Celayir, Suldus, Uyrat gibi Moğol aşiretleri arasında çatışmalar doğmasına yol açtı. Bu esnada, Sivas ve çevresine hâkim olan Eretnalılar ile Mardin ve çevresine hakim olan Artuklular da çöküş dönemine girmişlerdi. Moğol Aşiretleri arasında meydana gelen çatışmalarda, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri de iki rakip kuvvet olarak yer almaktaydılar. Moğollar, Doğu Anadolu’yu tedricen boşaltarak, Orta Anadolu, İran ve Azerbaycan’a çekilmeleri üzerine, Diyarbakır ve havalisinde faaliyet gösteren Akkoyunlu Türkmenleri, Mardin’de hüküm süren Artuklular ile işbirliği içine girdiler. Bu sayede Diyarbakır bölgesinde birçok kaleye hâkim oldular. Bu sırada Karakoyunlular, Musul’dan Erzurum’a kadar olan sahayı hâkimiyetleri altına almışlardı. Eratnalılar ise, Erzincan ve Bayburt’u ele geçirmişti. Karakoyunlular’ın Timur’a karşı cephe almaları ve başarısız olmaları Akkoyunlular’ın topraklarının genişletmelerine kolaylık sağladığı gibi önemli göç ve ticaret yolları üzerinde hâkim olmalarına, ekonomik ve beşeri kaynaklardan geniş ölçüde yararlanmalarına imkân verdi. Bu sırada Bayat ve İnallu aşiretlerinin bir bölümü Akkoyunlu konfederasyonuna/boylarbirliğine dâhil oldu.

Uzun Hasan Bey’in Karakoyunlu devletine son vermesiyle bu defa yaylakları ele geçiren Akkoyunlular, Erzurum-Diyarbakır koridorunda göçebe hayvancılık ile uğraşan Türkmenleri siyasi çatılarının altına alma çalışmalarını tamamlamış oldular. Böylece, Doğu Anadolu’da bulunan Musullu, Pürnek, Hamza Hacılu, Avşar, Bayat, İnallu, Tabanlu, Danişmendlü, Bicanlu gibi boy ve oymaklar Bayındır boyunun etrafında toplanarak Akkoyunlu Devleti’ni meydana getirdiler. Karakoyunlular’ın ortadan kalkması ile Alpavut, Cakirlü, Karamanlu, Sa’dlu gibi oymaklar da Akkoyunlu boylarbirliğine dâhil oldular. Bunlara Dulkadirli, Halep ve İsfendiyar bölgesindeki bazı Türkmen aşiretleri de eklenerek Akkoyunluların insan gücünü artırdılar.

Safeviler, Akkoyunlu devleti’ni ortadan kaldırırken, Akkoyunlu hanedanına ve halkına karşı korkunç katliamlara giriştiler. Türkmenler, Şarur, Almakulak ve Tebriz’de kıyıma uğradılar. Katliamdan kurtulabilen bazı aşiret bakiyeleri Safevi devleti içinde “Türkmen Oymağını” meydana getirdiler. Akkoyunlu ileri gelenleri ve tabi aşiretlerin çoğunluğu Osmanlı Devleti’ne sığındılar. Osmanlı Devleti tarafından beylere dirlik tahsis edildi. Aşiretler ise, Osmanlılar’ın Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya hâkim olmasından sonra tahrire tabi tutularak, Erzurum, Muş, Bingöl yaylaları ile Urfa (Ruha) ve Berriye kışlakları kendilerine yurt tayin edilmek üzere Bozulus adı altında belli bir idari yapıya ve vergi düzenine dâhil edildi. Anadolu’da Osmanlı hâkimiyetinin başlaması ile birlikte Batı Anadolu’daki konar-göçer Türkmenlerin Yürük/Yörük diye isimlendirildiği görülmektedir. Osmanlı vesikalarında Yörük” toprağı olmayan”, yani belli bir yerde durmayan “konar-göçer” olarak nitelendirilmiştir.

Yörükler gibi açıkça konar-göçer hayatı temsil eden Türkmenler ise vesikalarda bazen “Yörük” bazen de “Yörük Türkmenleri” gibi isimlerle anılmıştır. Bu cümleden olarak Halep Türkmenleri için “Yörükan-ı Halep”, Dulkadir Türkmenleri için “Yörükan-ı Maraş”, Bozok bölgesindeki Türkmenler için ise, “Yörükan-ı Bozok” adı verilmiştir. Osmanlılarda konar-göçerlikten çıkan Türkmenlere “Türkmenlikten çıktı”, Yörüklerde, yerleşik hayata geçenlere “Yörüklükten çıktı” deniliyordu. Osmanlı Devleti’nde Türkmenler, Yörüklerden farklı olarak, merkezi hükümet tarafından; yaylak ve kışlakları ile göçüp konacakları sahaların sınırları tespit ve tayin olunarak belirli bir idari ve mali düzene tabi tutulmakta, kaza veya sancak statüsünde yönetilmekte idi. Böylece, bir yandan aşiretlerin yaylak-kışlak güzergâhlarının veya idari teşkilatlarının dışına çıkarak vergi vermekten kaçınmaları önleniyor; diğer yandan, büyük konar-göçer kitlelerin dağılması engellenerek ordunun ve büyük şehirlerin temel ihtiyaçları olan hayvan ve hayvani ürünlerin tedarikinde süreklilik elde ediliyordu. Türkmenler, XVI. Yüzyılın sonlarına kadar umumiyetle Anadolu’nun doğu yarısında idiler. Ancak, devlet nizamında meydana gelen çözülmeden sonra yavaş yavaş Anadolu’nun batı bölgelerine gelmeye başladılar.

Anadolu’ da en fazla Türkmen oymağı ihraç eden Dulkadirli Ulusu Maraş’tan başka Diyarbakır, Halep, Bozok, Adana hatta Kütahya ve Aydın’a kadar yayılmıştı. Bu mühim teşekülin bir bölümü İfraz-ı Zülkadiriye adıyla Adana bölgesindeydi. Bozulus, Halep, Yeni il, Danişmendli kazalarının içinde de Dulkadir Ulusuna mensup oldukça fazla cemaat bulunmakta idi. Bayat, Döğer, Beğdili, Harbendelü, İnallu gibi büyük taifelerden ve bunlara bağlı irili ufaklı cemaatlerden oluşan Halep Türkmenleri, yazları Yeni İl’ e yaylağa çıkıyordu. Bundan dolayı Halep Türkmenlerine mensup cemaatlerin bir bölümü Yeni İl’e dahil edilmişti.

Sivas’ın güneyinde Divriği, Şarkışla, Kangal ve Gürün ile çevrelenen sahada bulunan Yeni İl kazası Türkmenleri, Dulkadir ve Halep Türkmenlerine mensup cemaatlerden müteşekkil idi. Bunlar Nurbanu Sultan’ın Üsküdar’da yaptırdığı caminin evkafının reayası olduklarından “Üsküdar Türkmeni” diye de anılmışlardır. Dulkadir ve Halep Türkmenleri’nin yurt tuttuğu bir başka bölge ise Bozok idi. Karaman, Akşehir, Aksaray, Ankara ve Konya’nın çevrelediği sahada bulunan Atçekenler at yetiştiriciliğinin yanısıra geniş ölçüde ziraat ile de meşguldular. Atçekenlerin yayıldıkları sahalar Eskiil, Turgud, ve Bayburd olmak üzere üç idari bölgeye ayrılmıştı.

Çukurova’daki Türkmenler kısa sürede yerleşik hayat geçmekle beraber, bilhassa Tarsus havalisinde yoğun olarak konar- göçer hayatı devam ettirmekteydiler. Tarsus Türkmenleri veya yaygın olarak bilindiği adıyla Varsaklar; Ulaş, Kuştemir, Kusun, Esenli, Gökçeli, Elvanlı, Orhan Beğli taifelerinden ve bunlara bağlı cemaatlerden oluşuyordu. Bunların yanı sıra, hemen her sancak dâhilinde konar- göçer hayatı devam ettiren gruplar vardı. Bunlar üzerinde bulundukları arazinin mali düzenine göre tımar, zeamet, vakıf veya has reayası idiler. Akkoyunlu Türkmenlerinin bakiyeleri ile Dulkadir Türkmenlerine mensup bazı cemaatlerden oluşan Bozulus Türkmenleri Berriyecik (Berriye) kışlağı ile Erzurum yaylaları arasında konar-göçer hayat tarzını sürdürüyorlardı. Bu Türkmen grupları genel olarak “Bozulus” namıyla anılıyordu. Tarihi kayıtlarda bu şekilde geçmektedir. “Boz” sıfatı Osmanlı Devletinin bölgede yeni bir idari yapılanma içine girmiş olması ile de alakalı olabilir. Çünkü, Diyarbakır’ın ilk idari taksimatında bölgede bulunan Akkoyunlu Türkmenleri, daha Karakoyunlular zamanında siyasi teşekkül haline getirilmiş bünyesinde Türkmen oymakları da bulunduran Karaulus aşiretleri ile birlikte “Aşair ve Ulus” adıyla sancak statüsüne bağlanmıştı. Bu sancak ilk önce Yadigâr Bey’ in tasarrufunda iken muhtemelen 1526’da padişah haslarına dâhil edilmişti. Yaylak ve kışlakları farklı bölgelerde olmakla beraber, Diyarbakır vilayetine bağlı iki konar-göçer topluluğun birbirine karıştırılmaması için Türkmenlere, Karaulus’ a nispet olarak “Bozulus” denilmiş olabileceği akla uygun görünmektedir. Konya bölgesindeki Eski-il adına mukabil Sivas’ın güneyine Yeni-il adının teşekkül etmesi bu görüşü destekleyebilir. Sivas’ın güneyinde yaşayan oymakların genel adı, Osmanlı öncesinde ve Osmanlı yönetiminde Yeni İl’dir. Bu topluluğun yaşadığı yer bugünkü Kangal, Alacahan, Mancılık, Yellüce (Kangal’ın bir köyü) çevreleriydi. Yellüce dağı Yeni İl Obalarının ünlü yaylalarından biriydi.

Öte yandan, Akkoyunlu kaynaklarında Bozulus adına tesadüf edilmemesi, bu adın Osmanlılar tarafından verildiği kanaatini kuvvetlendirmektedir. Ulus kelimesi ise halk veya topluluk manasında olup, Türkçe’ deki “ülüş, uluş” kelimesinden gelmektedir. Ulus deyimi Akkoyunlular tarafından da “İl ve ulus” şeklinde aynı manalarda kullanılmakta, aşiretler bazen “Döger Ulusu”, “Türkmen il ve ulusu” gibi isimlerle anılmaktaydı.

Osmanlı Devletinin XVII. Yüzyıllarda uyguladığı zorunlu iskân politikası, önemli derbent ve menzillerde büyük köyler oluşturmayı amaçlıyordu. Sivas ve çevresinde de buna örnek olarak yol üzerinde bulunan Hekimhan, Hasançelebi, Alacahan, Kangal, Ulaş kasabaları gösterilebilir. XVIII. Yüzyılda Alacahan’ın iskânı için oymaklarla devlet arasında büyük sorunlar ve karışıklıklar da yaşanmıştır. 1734 yılında İran’dan gelen Türkmen oymakları getirilerek buraya yerleştirilmişlerdir. Osmanlı Devletinde konar-göçer teşekküller sınırları belli bir coğrafyada, idari ve mali bir hüviyete sahip olarak yaylak ve kışlak hayatı sürdürmekteydiler. Umumiyetle tımar ve has reayası olan aşiretlere, nüfusuna, iktisadi durumuna veya sınırları içinde konup-göçtüğü vilayetin idari yapısına göre sancak ve ya kaza statüsü veriliyor; idareciler tayin edilmek suretiyle hukuki bir nizama kavuşturuluyordu. Bundan amaç, konar-göçer teşekkülleri denetim altında tutmak ve bilhassa vergi tahsilinde kolaylıklar sağlamaktı. Belli bir konar-göçer teşekküllün içinde yer alan cemaat, nereye giderse gitsin statüsünü değiştiremiyordu. Bundan dolayı, çeşitli sebeplerden, başka memleketlere giden aşiret mensupları ya eski aşiretleri içine iade ediliyor veya geri döndürmek mümkün olmazsa kendisi için tayin edilmiş olan vergiyi, bağlı olduğu kaza dâhilinde ödemek zorunda bırakılıyordu. Böylece konar-göçer teşekküllerin dağılması önlenmeye çalışılıyordu. Diyarbakır’ın ilk idari teşkilatında aşiretlere “Aşair ve Ulus Livası” adı altında hukuki bir statü kazandırılmış idari ve mali tasarrufu ise Yadigâr Bey’e bırakılmıştı. Kısa bir süre sonra mali idarisi Yadigâr Beyden alınarak padişah haslarına dâhil edildi. Buna mukabil sancak statları uzun süre muhafaza edildi. Sancağın idari merkezi olarak birlikte resmi vazifeler sancak beyi ve kadıdan oluşuyordu. Sancak Bey özellikle yaylağa çıkışlarda ve kışlağa dönüşlerde ulusun emniyetini sağlamakla görevliydi ve merkezi hükümet bu vazifesi ihmalinde asla mazeret kabul etmiyordu. Bozulus’un Orta Anadolu’ya gelmesinden sonra sancak statüsü yerine kaza düzenine geçildi ve kadı marifetiyle idari edilmeye başlandı. Bilindiği gibi Kadılar, kaza merkezinde ikamet ederek kazanın adli ve idari işleri ile meşgul oluyorlardı. Kaza statüsündeki konar-göçer ulusların kadılığına tayin edilen kişi bu vazifesini aşiretler arasında dolaşarak ita etmekte olduğundan belli bir merkeze bağlı bulunmuyordu. Bu yüzden yazları idarisinde bulunan aşiretlerin yaylalarında kışı ise kışlak bölgesine yakın şehirlerde geçiyordu.

İl ve ulus kadıların temel vazifesi idareleri altında bulunan konar-göçer teşekküllerin her türlü kazai ve idari işlerini yürütmekti. Bu yüzden merkezi hükümetin gönderdiği hükümlerde kadı ya da hitap ediliyordu. Kadı, gelirleri noksan gelen aşiretlerin teftişini yapmak ve fakir düşmüş olan aşiretlerin ödemleri gereken vergi miktarını tahminlere göre yeniden paylaştırmak, iskân edilmiş aşiretlerin hukuki ve mali haklarının muhafaza edilmesi hususunda merkezi hükümete arz etmek, aşiretlerin devlet ile münasebetlerini düzenlemek voyvoda ve kethüdalık makamına tayin edilen kişilerin ellerine verilen berat, emr-i şerif veya teskirilere sicil defterine kaydetmek, eşkıyalık veya türlü sebeplerle aşiret düzenini bozan voyvoda, kethüda veya aşiret mensuplarını hükümete bildirmek ve gerekli tedbirleri almak gibi vazifeleri de yerine getiriyordu.

Konar-göçer teşekküllerden padişah haslarına dâhil olanlar mali bakımdan mukataaya verilmek suretiyle idare edildiği zaman başlarına da hükümet tarafından tayin edilen voyvoda bulunuyordu. Türkmen ağası diye de bilinen voyvodaların temel vazifeleri, kethüdaların veya boy beylerinin miri için teshil ettikleri vergileri hazineye ulaştırılması olmakla beraber bazı hallerde kendileri de vergi topluyorlardı. Voyvoda bir yıllık vergi döneminde o yıla ait vergilerin tahsili ve yerine ulaştırılması amacıyla tayin edilmekteydi. Ancak, hükümetin voyvodanın hizmetinden memnun olması halinde süre yine bir yıllık olmak üzere uzatılıyordu. Bir voyvoda bazen birden fazla Türkmen mukataasını uhdesinde bulundurabiliyordu. Voyvodalar, başka memleketlerden veya teşekküllerden gelerek aşiretler arası karışan cemaatlere himaye etmeyip, yine eski yere göndermekte mükelleftiler. Keza, eşkıyalık yapıp aşiretler arasında saklananları da hükümete bildirmek zorundaydılar. Voyvoda tahsil edilecek verginin adaletle dağılımının oluşturmak amacıyla tahrirlerin yenilenmesini sağlıyordu. Ayrıca, maddi gücünü kaybetmiş veya o yıl ki vergilerinin tamamını ödeyememiş aşiretlerden vergi indirimi yapılmasını ve durumlarının yeniden tespitinin merkezi hükümete bildiriyordu. Bu suretle, dağılmaya başlayan aşiretlerin yeniden toparlama imkânı elde ettiği gibi vergi dairesini dışına çıkmış olan, aşiret mensuplarını eski yere gönderme yetkisine sahip oluyordu. Voyvodalar aynı zamanda iskân edilmiş aşiretleri de eğer Bozulus voyvodalığına da bağlılığı devam ediyorsa haklarının muhafazası ve başkaları tarafından yapılacak her türlü müdahalenin önlenmesini üzerine alıyorlardı.

Cemaatler, belli bir bölgede, hukuki nizam içinde hareket ediyor olmaları sebebiyle belli bir iç düzene ve devlete olan yükümlülüklerini düzenleyecek teşkilat yapısına sahip idi. Aşiretlerin idari bakımdan birleşmeleri ile boy meydana geliyordu. Burada birinci derecede görevli “Boy Beyi “ idi. Bozulus’ un Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bulunduğu esnada boy beyliği vazifesine tesadüf edilmemekle birlikte bu vazifenin kethüdalar tarafından yerine getirildiği anlaşılmaktadır. Öte yandan aşiretler arasında herhangi bir vazifeyi üstlenmemiş “bey” unvanını taşıyan kişiler görülmektedir. Bu husus, onların Akkoyunlu Devletinin hizmetinde bulundukları esnada aristokrat zümreyi meydana getirmiş olmalıdır. Bu nedenle Beylik devletin halk üzerindeki kontrolün kalkmasını bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor bilakis merkezi hükümetin dağınık topluluklar üzerindeki kontrolünün bütün gücüyle müteessir olduğu dönemlerde aşiretleri ileri gelenlerinin önerileri ve kanaatleri dikkate alınarak “beyliğe tayin” yapılıyordu. Boy Beyliği babadan oğla geçebilirlerdi. Ancak, bu hali vuku bulması için kişinin “layık ve müstahak” olduğunun aşiret ileri gelenleri ve kethüdalar tarafından onaylanması gerekiyordu. Bundan sonra padişahın beratını gerektiriyordu. Bu durum kişinin idari görevinin merkezi hükümet tarafından tanınmasında başka, merkezciliğin tabii bir sonucuydu. Beyliğin babadan oğla geçmesi bey seçiminde geleneklerin yer yer ön plana çıktığını göstermekteydiler.

Prof. Ömer Lütfi Barkan, vergi kayıtlarına dayanarak 1520-1535 ve 1570-1580 dönemlerindeki vergi ödeyen yerleşik İslam ve göçebe hanelerinin sayısını hesaplamış, göçebe ve yerleşik oranı hakkında bir fikir vermiştir. 1520-1535 döneminde Anadolu’da 388.397 hanenin yerleşik İslam ve 77.268 aile vardır. Yerleşik düzene geçenlerin göçebe durumda olanlara oranı % 16,29’dur. 1570-1580 döneminde yerleşik İslam hane sayısı 535.495 iken göçebe hane sayısı ise, 116.219’dur. Oran ise % 17,28’dir. Rumeli’de ise, XVI. yüzyıl başlarında 156.565 yerleşik İslam hanesine karşı 37.435 göçebe hane vardır. Oran % 19,3 tür. 832.707 hane Hıristiyan ve yerleşik düzende olan nüfusu da hesaba katılırsa, Rumeli’de yerleşik göçebe oranı % 3,6 gibi önemsiz bir orana düşer. Anadolu’daki yer adlarının Türkmen boy adlarının birçoğunu taşıması Anadolu’ya Türkmen yerleşmesinin en önemli kanıtlarından biridir.

Osmanlı Toplumunu oluşturan unsurlardan birisi, ilk bakışta Osmanlıyı meydana getiren insanların aşiretler yahut konargöçer halde yaşamakta olan halk kesimidir. Yaşadıkları hayat tarzına göre mevsimden yaylak ve kışlak bölgelere birbirinden bazen çok uzakta bulunmaktaydılar. Çünkü iktisadi hüviyetleri itibariyle hayvancılıkla meşgul olan aşiretler biraz da sürülerine otlak bulmak amacıyla zamanlarının mühim bir kısmını değişik yerlerde geçirmek zorunda kalıyorlardı. Bunda da sahip oldukları at, koyun, keçi, katır ve deveden ibaret sürülerini otlak ve su bulmak kadar, onlara bağlı hayatlarını idame ettirmek endişesi de elbette ki saklıdır. Bilindiği gibi Osmanlılar’ın menşeinin Oğuzlar’ın Kayı boyu olduğu malumdur. Bundan başka aşiretlerin bir kısmı topraklarına kattığı Anadolu Beyliklerinden Karamanoğulları, Dulkadirliler, İsfendiyaroğulları, Candaroğulları, Eratnalılar gibi beyliklerin oymak ve mensubu oldukları aşiretlere mensupturlar.

Bunların bir kısmı da Akkoyunlu Devleti’nden tevarüs eden Osmanlılar bunlardan türlü yollardan istifade ediyorlardı. Osmanlılar, yerleşik halk ile konar-göçer halk arasında bir bütünlük meydana getirmeye çalışmışlardır. Osmanlı kanunlarında konar-göçerlik Türkmen” tabiri ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Fırat nehrine karışan Belih (Tohma Suyu) nehri kenarına ve Sivas bölgesinden Rakka’ya kadar olan bölgelere Türkmen oymaklarından Üsküdar’daki Valide Sultan Evkafı hassına tabii Beğdili ve diğer oymaklardan güneyden Arap aşiretlerinin istilalarını önlemek maksadıyla 1693 yılında iskân kanunlarına göre Sivas, Erzurum ve Kemah bölgelerine 80.000 çadır halk yerleştirilmiştir. Bunlar arasında Darende’ye tabi tımar reayasında Sofular ve eski Darende sakinlerinden Şeyhoğulları malikânesi olan Dedeşlü Türkmenleri yerleştirilmiştir. Bunlar yazın Tohma Havzasında yaylamakta kış aylarında da Halep taraflarına inmekteydiler. Türkiye’deki bu iskân siyaseti bir bakıma genişleme siyasetinin aksine içi dönük yerleştirme siyasetidir.

Tarihte devletler çok çeşitli yol sistemleri oluşturmuşlardır. Cengiz Han Devleti’nde “yam”, Arap devletlerinde “berid”, Safevilerde “çaparhane” adını taşıyordu. Bu örgütlenmeler Osmanlı devleti zamanında “menzil” adını almıştır. Menzil: haberin bir an önce istenilen yere ulaştırılması için kurulan konaklama noktalarıydı. Osmanlı İmparatorluğundaki menzil örgütü İlhanlılar’daki “Ulak” teşkilatına benziyordu. Ulaklara ait Osmanlı yasalarında bir takım hükümler vardı. Örneğin haberi yerine ulaştırmakla görevli ulak’a haberi götürmek için gerekli araç gereç, yiyecek ve içecek olmak üzere tüm ihtiyaç ve istediklerinin sağlanması hakkına sahip bulunmaktaydılar. Daha sonraki yıllarda meydana gelen bir takım olumsuzluklar ve şikâyetler üzerine, Kanuni Sultan Süleyman zamanında ulakların eline “inam hükmü” adı verilen bir yetki belgesi verilmesi karara bağlanmıştır.

Menziller ordunun ihtiyaçlarının karşılanmasında da kullanılıyordu. Sefer zamanında ordu için gerekli mal, eşya ve hizmetlerin sağlanmasında ve yerine getirilmesinde menzillere önemli görevler yüklenmişti. Menziller hem ticari hem de askeri amaçla kullanılıyordu. Menzili “Menzil Emini” adı verilen kişi yönetiyordu. Menzillin harcamaları ise, menzilin bulunduğu yöre halkından toplanan paralarla karşılanmaktaydı. Menzile para ödemekle yükümlü kişilere “menzilkeş” adı veriliyordu. Menzilkeşlere bazı vergilerden muafiyet tanınmaktaydı. Bazı menzillerin finansmanı için bir ya da birden fazla köy “ocaklık” olarak belirleniyordu. Ulaşımı sağlayan bir başka ulaşım teşkilatı ise, “derbent” teşkilatıdır. Osmanlı İmparatorluğunda XV. Yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Farsça’da “der” geçit, “bend” ise tutmak anlamındadır. Derbentler, genellikle yolların kavşak noktaları ve merkezi yerlerde, tehlike arz eden geçitlerde görev yapıyordu. Derbent yerine “belen” adı da verilmektedir. “Bel” kökünden gelen bu kelime; bir vadiden başka bir vadiye giden geçit anlamındadır ve Çağatay Türkçesinde yer almaktadır. Derbentleri menzillerden ayıran en önemli fark, menzillerin haberleşme ve konaklama için, derbentlerin ise yol güvenliği için kurulmuş olmasıdır.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Sivas-Malatya yolu; Üsküdar-Gebze-İznik-Bolu-Tosya – Merzifon –Tokat – Sivas – Hasançelebi -Malatya-arput-Diyarbakır-Musul-Bağdat hattını takip ediyordu. Osmanlı Padişahı IV. Murad, bağdat seferi esnasında (muhtemelen dönerken) bu güzergâhtan geçmiştir. Bu seferin öyküsünü anlatan menzilmname, yollardaki menzilleleri kısa bilgilerle tanıtmaktadır. Burada anlatılanlara göre 1639 da, ordunun konakladığı menziller, Malatya-Sivas arasındaki güzergâhta şu yerler bulunmaktadır. Malatya-Hasan Badrık-Hekimhan-Hasançelebi-Alacahan-Kangal-Tecer (Ulaş)-Tuzlu-Selçuk Hanı-Sivas’tır. 1639 tarihlerinde Kangal büyük bir kasaba idi. Hasançelebi, Hasanbadruk, Alaca han gibi yerler daha küçük yerleşim birimleriydiler. 1639 yılında Sivas-Malatya yolunu izleyerek badrak Bağdat’tan İstanbul’a dönen Osmanlı ordusu bu tarihten 16 yıl sonra 1655 yılında, ayaklanan Bitlis Han’ın üzerine gönderilen melek Ahmet Paşa komutasındaki orduda Sivas-Malatya yolunu izlemişti. Bu esnada ünlü seyyah Evliya çelebi de bulunuyordu. 1655 yılı mart ayının sonlarında Sivas’tan Malatya’ya doğru yola çıkan ordunun uğradığı yerler ve yolun durumu şöyleydi: Sivas-Ulaş: Eğriköprü’den geçilip 7 saatte Ulaş’a varılmıştı. Türkmen Ağası yönetiminde olan Ulaş kasabası’nda cami, han ve dükkanlar vardı. Ulaş-Sultan Hasan: Şiddetli kar fırtınasında binbir güçlükle geçilen bu yolda, dikili taşlar ve çam ağaçları vardı. Türkmen Ağaları bu taş ve çamları yolcuların yolunu yitirmemeleri için dikmişlerdi. Sultan Hasan bilindiği gibi Akkoyunlu beyi Uzun hasan’ın yaylak yeri idi. Sultan Hasan-Kangal: Bu yol ancak yedi saatte alınabilmişti. 16 yıl önce büyük bir köy olarak tanımlanan Kangal, kaaba halini almıştır. Türkmen Ağası yönetimindeki Kangal’da han, cami, birkaç dükkân vardı. Kangal ve çevresi can güvenliğinin olmadığı korkunç bir yerdi. Kangal-Alacahan: Alacahan menzilinde, süslü taşlarla örülmüş küçük bir han vardı. (Bu han halen varlığını sürdürmektedir) Bu menzil Türkmen Ağası yönetimindeydi. Yol üzerinde çok gerekli küçük bir handı. Alacahan-Hasançelebi: kar fırtınasında güçlükle Hasançelebi menziline ulaşılmıştı. Hasançelebi 300 hanelik bir köydü. Köyde cami ve han vardı. Halkı Türkmenlerden oluşmaktaydı. Hasançelebi-Hekimhan: hasan çelebi’den yola çıkan ordu şiddetli rüzgârda Çökeç köyüne sığınmak zorunda kalmıştı. 100 haneli bir köy olan Çökeç’te Türkmenler yaşamaktaydılar. Hekim Hanı-Hasan Badruk: Bu yol 7 saatte alınmıştı. Hasan Badruk menzili, Sivas-Malatya güzergâhının sınırındaydı. 200 haneli bir köydü. Köyde bir han ve kubbeli bir camisi vardı. Ordunun geleceğini haber alan şahsevenlerden oluşan halk dağlara kaçmıştı. Hasan Badruk’tan sonra Malatya’ya varılmıştı.

4. Murat zamanından itibaren de Osmanlılarda zorunlu yerleştirme ve iskan politikalarına başlanılmıştır. Osmanlıların bu iskân politikasının da iki ana nedeni vardır:

1-Yıldız yerleştirme sistemi uygulaması,

2-Arap yayılmacılığına karşı önlem alınması gayesiyle.

Yıldız sistemine göre iskanlaştırma:

Bu sisteme göre, herhangi bir köy eğer Türkmen köyü ise ona akraba olanlar değil, bilakis akraba olmayan bir başka Türkmen boyu o köye yerleştirilerek böylece Türkmen boyları Anadolu’nun çeşitli bölgelerine serpiştirilmek suretiyle yerleştirimişlerdir. Böylece köyler arasındaki aşiret bağlarının çözümlenerek devletin aşiretten devlete ulaşmasını (Devlet olma aşamasına) geçme politikasını sürdürmüştür. Böylece Türkmen halkın homojenleştirilerek millet olma ve aşiretten devlete ulaşmasının sağlanması hedeflenmiştir. Bunun da iki amacı vardır:
1-Böylece Osmanlı’ya kimse başkaldıramayacaktır ve iç isyanlar böylece önlenmiş olacaktır.
2-Halkın homojen bir yapıya kavuşturularak aşiretten millet ve devlet haline gelme çabasıdır.

1876 yılında da Fırka-i Islahiye (zorunlu göç olayı) vardı. Türkmen aşiretlerinin birçoğu yazları Orta Anadolu’da kış aylarında da Suriye çöllerinden, Antakya ovasından, Lazkiye Limanına kadar olan havalide yaşıyorlardı. Böylece havalide konar-göçer bir vaziyette ve başıboş olarak bazı zaman da devlete isyan bile eden Türkmen boylarının Anadolu’nun çeşitli yerlerine iskân edilerek bir sorunun çözülmesinin sağlanması hedeflenmiştir. Osmanlılarda bir diğer iskân etme sistemi (yerleşme planı)de derbent ve geçitler vasıtası ile tatbik edilmekte olanıdır. Askeri ve ticari yolların korunması ve yolların muhafazası ile beraber halkın emniyetini sağlamak için köprücü, derbendçi vb. gibi geri hizmet sınıfları mevcuttu. Derbendçi tayin edilmiş olanlar, gördükleri hizmetler karşılığında Avarız-ı divani ve Örf-i Tekâliften muaf tutulmuşlardı. Derbendçiler ve köprücüler genelde toprağını kaybetmiş köylülerden ve konar-göçer oymak mensuplarından seçiliyor ve derbentlere yerleştirilmek suretiyle iskân meselesi de çözülmüş oluyordu. Böylece her derbent mahallinde az zaman sonra birer iskân yeri doğarak köy haline geliyordu. Osmanlı İmparatorluğu 1691 yılı baharından itibaren konar-göçer oymaklar harab yerlere yerleştirildiler. Örneğin Sivas eyaletinde Alacahan ve Ulaş isimli yerlerdeki bölgelerde hiç kimse bulunmadığından buralara tamamen sahipsiz ve boş arazilerdi. 28 Temmuz 1723 de verilen bir kararla bu bölgelere de konar-göçer (Türkmen) halk yerleştirilmek suretiyle buraları yerleşim alanları haline getirilmiş oldu. Vergi kayıtlarına göre, XVI. yüzyıl başında vergi ödeyen hanelerin % 92’si Müslüman, ancak % 7.9’u Hristiyandır. Öte yandan göçebe olarak Türkmenler giderek yerleşik düzene geçmeye başlamıştır. 1520-1535 yılları arasında Anadolu’daki Müslüman nüfusun ancak % 16.29’u göçebe halindedir.

1691 yılındaki kapsamlı bir göçebe yerleştirme siyaseti izlenmiştir. Bunun sonucu olarak da göçebe nüfus daha azalır duruma gelmiştir. Bu dönemlerde de Osmanlı kanunlarında konar-göçerlik Türkmenlik” tabiri ile eşanlamlı kullanılmış olduğu gibi Anadolu’daki Yörükler için Aşiret” tabiri kullanılmaktadır. İktisadi faaliyetleri yaylak kışlak hareketlerine tabi konar-göçer hayat tarzında yaşayanların ve tedrici de olsa kışlak ve yaylaklarındaki otlaklarında iptidai çiftçilik yapanlara bu ad verilmekteydi. Esasen Osmanlı döneminde Anadolu Türk Aşiretlerinin o zamanki durumlarını kısaca tahlil ettiğimizde Yörük ve Türkmen adlarıyla başlıca iki guruba ayrıldıklarını ve genellikle Orta Anadolu’da bulunanlara ve Batı Anadolu’da bulunan aşiretlerin Yörük, Doğu ve Güney Anadolu Bölgeleri’nde yaşayan boy ve oymakların ise; Türkmen adıyla anılmış olduğunu görürüz. Yörüklerin diğer Türkmen guruplarına göre ziraata daha çabuk uymak kabiliyetince olup diğerlerine göre daha süratle yerleşik hayata geçebiliyorlardı. Anadolu’da konar-göçer aileler bir diğer deyimle Aşiretler(oymaklar)her ihtiyaçlarını kendileri üretiyorlardı. Gömleğinden çuvalına kadar her şeyini kendi dokur; umumiyetle kendi kendine yeten aşiret içinde kapalı bir iktisadi hayat sürerlerdi. Sahip oldukları hayvanlarda çeşitli şekilde istifade ettikleri gibi çobanlık ve diğer muhtelif mesleklerle de uğraşmaktaydılar. Osmanlı imparatorluğunda 1520-1535 ve 1570-1580 dönemleri de dâhil olmak üzere daha sonra yapılan 1691 ve 1694 yıllarındaki iskân siyasetinden sonra eyaletlerin yeniden teşekkülü ve yeni bir yerleşim siyasetinin uygulamaları sebebiyledir ki Osmanlı İmparatorluğunun teşkili tarihi göçebe Türk Oymaklarının boş toprak bularak yayılma ihtiyacını doğurduğu bir askeri istila olup bu kalabalık nüfusun yer ve yurt değiştirmesi ve yeni ülkelerde yurt edinme tarihi olarak kabul edilmektedir. Oğuz boylarından birçoğu bu dönemde Sivas ve havalisine yerleştirilmişti. Örneğin XVI. Yüzyıl kayıtlarına göre Sivas sancağında birçok yerin adı Bayındır’dır. Bayındır ise Oğuz boyunun sadece birisinin adıdır. Bayındır boyunun vilayetlere göre dağılışı çok önemlidir. Çünkü bu dağılış Doğu Anadolu’dan başlayarak Batı Anadolu’ya kadar devam etmiştir. Keza Samsun, Ankara, Konya, Antalya, Bolu, Burdur, Çankırı, Çorum, Aydın, Kastamonu, Elaziz, Diyarbakır, Amasya, Malatya, Maraş, Sivas, Erzurum, Bursa, Denizli, Seyhan vb. gibi vilayetler bu kabildendir. Kınık Boyu, Sivas Vilayeti’nde Aralık Evi adlı bir yerde yaşadıkları görülüyor. XVI. Yüzyıl kayıtlarına göre Sivas sancağında sekiz tane yerin adı da Kınık geçmektedir. Kınık boyunun vilayetlere dağılımı da çok önemlidir. Çünkü Anadolu’da 81 yerin ismi Kınık geçmektedir. Kütahya, Malatya, Sivas, Antalya, Ankara vb. gibi bölgelere yerleşmişlerdir. XVII. Yüzyıl kayıtlarına göre, Sivas sancağında sekiz ve Sultanönü sancağında iki yerin adı Kayı’dır. Yine Oğuz boylarından Eymür Oymağına mensup aşiretler Kayseri, Malatya, Sivas, Kütahya, Ankara, Aydın, Bolu, Bursa, Yozgat, Samsun, Ordu, Sinop, Tokat vb. gibi illerde de bu boylar yerleşmişlerdi. XVI. yüzyıl kayıtlarında Sivas sancağında yedi, Malatya sancağında da bir yerin adı Eymür’dür. Oğuzların bir başka boyu olan Çavundurlar ise; Manisa, Muğla, Antalya, Kütahya, Çankırı, Isparta, Amasya, Kastamonu, Konya, Sivas ve Ankara vb. gibi illere yerleşmişlerdir. XVI. Yüzyıl kayıtlarına göre üç yerin adı Sivasta Çavundur idi. Oğuzlar’ın Kızık Boyu, Malatya, Maraş, Sivas, Kayseri, Balıkesir gibi yerlere yerleşmişlerdi. XVI. Yüzyıl kayıtlarında Malatya sancağında bir Sivas sancağında ise iki yerin adı Kızık idi. Oğuzlar’ın Iğdirler ve Dodurga Türkmenleri de Sivas bölgesine yerleşen Oğuz boylarındandırlar. Beydili Hafik de, Salur ve Bayat Yıldızeli’nde, Yüreğir Malatya, Maraş ve Sivas ta, Çepniler Gemerek de Karluklar Hafik de yerleşmişlerdi.
XVI. Yüzyıl sonlarında meydana gelen içtimai buhranlar Anadolu, Rumeli ve Suriye’de binlerce köyün boşalmasına ve harap olmasına neden olmuştu. Bunun içinde harap köylerin bir an evvel iskân edilmesi için zaman zaman devletin otoritesine uymadıkları gibi yerleşik düzene geçmiş olan halk ile de anlaşmayan ve çoğu kez zarar veren konar göçer ailelerin büyük çoğunluğu devlet tarafından re’sen böyle boş yerlere iskân edildiler.

Örneğin Güney Anadolu ve Suriye bölgesindeki yerleştirme, oymak oymak yapılır. Boy ve oymaklar beylerine en verimli yerlerden geniş arazi verilir. Özellikle de Urfa’nın güneyindeki Rakka, en belalı boy ve oymakların sürüldüğü bir cezalandırılma bölgesi olur. Yerleşikliği bırakıp kaçan ve soygun yapan oymaklar Rakka’ya sürülür. Beğdili boyu burada erir. Ama birçok boy ve oymak kaçmayı başarır. Örneğin bir kısım Çepni oymakları Rakka’dan iki kez kaçmayı başarırlar, sonunda Ege bölgesinde yerleşik düzene geçerler. Zamantı Çayı kenarında (Bugünkü Hurman Çayının üst kısımlarından Pınarbaşı’na kadar olan yerlere ve buraya yakın yerlere) rahat durmadıkları ve kovgun yaparak yani komşu oymak ve köylülerin hayvanlarını süren ve bazen de kervanları soyan Halep Türkmenlerinden olan Avşarlar, 1703’de Rakka’ya sürülürler. Kaçarlar, yakalanıp tekrar sürülürler (1712), fakat burada yine kaçarlar. 1730’da yine buraya sürülürler. Fakat yine dönmeyi başarırlar. Soygunculuk ve yağmalarını sürdürürler. 1742’de Avşar ileri gelenlerinin çoğunun idamı kararlaştırılır, ama sonuç değişmez.

XVIII. Yüzyılın ikinci yarısında devlet iyice zayıfladığından Avşarlar Kayseri-Malatya-Elbistan yolunun denetimini ele geçirirler, postaları ve kervanları soyarlar. XVI. Yüzyılın sonlarında meydana gelen içtimai buhranlar (Celali isyanları ve Saruca Sekban” teşkilatının yapmış olduğu talanlar gibi rahatsızlıklar) Anadolu’da ve Suriye’de hatta Rumeli’de bile birçok köyün boşalmasına ve harap olmasına yol açmış ve birçok yerleşik düzene geçmiş olanların tekrar konar-göçer hayat tarzına geçmelerine sebep olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun temelini teşkil eden çiftçi halkın ve topraklarının bu şekilde harap olması iktisadi buhranlar serisinin sonucu olarak kabul edilebilir. Bu şekilde birçok köylerini bırakmak zorunda kalmış çiftçiler, topraklarını bırakarak bir diğer köy veya şehire yerleşmek zorunda kalmışlar veyahut ta bazı oymak ve boyların yaptığı gibi Saruca Sekban guruplarına katılarak kendilerinin uğramış oldukları muamelelere başkalarını maruz bırakmışlardır. Osmanlı İmparatorluğunun böyle bir olumsuz duruma mutlaka son vermek mecburiyeti vardı. Çünkü devletin temeli tarım ekonomisine dayanıyordu. Ekonominin düzelmesi ise temelli ve kalıcı bir iç iskân siyasetinin gerçekleştirilmesiyle mümkün olabilirdi. İşte 1691 yılındaki iskân siyaseti ve daha sonraki iskânların temelinde hep bu sorunlar yatmaktaydı. İl veya Ulus ismi altında guruplandırılan konar-göçer halk sırasıyla Boy (Aşiret), Oymak (Cemaat), Oba (Mahalle) bölümlerine ayrılmıştır. Boy ve oymakların başında bir bey (Araplarda şeyh) bulunuyordu. Boy veya aşireti teşkil eden gurupların başında bulunan Kethüda veya ihtiyarların bir şahsı boy beyi kabul edecekleri hakkında görüşüp anlaşmaları üzerine, hükümet tarafından da o şahsın tayin edildiğine dair hükümet tarafından Tayin Beraatı” verilirdi. Kethüdaları da boy beyleri tarafından tayin edilmekteydi. Bunların idari tarzları ve uygulanan hukuku nizam ise; konar-göçer halk üzerinde bulundukları toprakların ayrıldığı şekle göre, Tımar, Zeamet ve Has Reayası diye bölümlendirilmekteydiler. Yörükler, umumiyetle timar ve has reayası, Türkmenler ise, has reayası idiler.

Yeni İl Türkmenler’i Üsküdar’daki Valide Sultan Evkafının (Vakıflarının) reayası sayılmaktaydılar. Bu sebepten kayıtlarda bazen Üsküdar Türkmeni veya Üsküdarevi” şeklinde geçmektedir. Sivas’ın güneyinde bugünkü Kangal kazasında da bulunduğu bölgeleri kaplıyordu. Yellüce, Mancınık, Alacahan vb. gibi yerler Yeni-İl’in bulunduğu bölgelerdi. Günümüzde dahi Kangal’ın Etyemez ve Turnalı köylerinin arazilerinin %80’i Valide Sultan Vakfına bağlıdır. Halep’ten gelen Türkmenleri de aynı evkafın mukataasına (Vakıfların ait olduğu bölgesine) da idiler. Sivas taraflarına yaylaya çıkmakta ve orada Dulkadirli teşekkülleri ile beraber Yeni-İl meydana getirmektedirler. Halep Türkmenleri ve Yeni-İl Hasları tabi bulunan oymaklar yazın Arapkir, Canik (Samsun), Divriği (Darende divriğine, Gürün’de Darende’ye bağlıydı.) Çorum, Amasya ve Sivas sancaklarında yaylayıp, kışın Şam taraflarında konup göçerek kışlık yaparlardı. Dulkadirli Ulusu geniş bir sahaya yayılmıştı. Maraş ve Elbistan bölgelerinde (Bugünkü Gürün ilçesine bagli bulunan Yolgeçen, Beypınar, Akdere gibi köyler o tarihlerde Elbistan’a bağlı bulunmaktaydı.) başka Kars-ı Dulkadiriye (Kadirli Kozan) bölgelerinde ve kuzeyde Bozok ve Sivas bölgelerinde yurt tutmuşlardı. Dulkadiriye’den sayılan bu yerler(bu guruplar)1695 yılı kayıtlarına göre Sultan’a has tayin olmuştu. XVI. Yüzyıl sonlarında Eyalet-i Rum (Sivas) Eyaletinde 3021 tımar bulunmaktaydı. 1143/1730 tarihli bir tezkirenin beyanında da anlaşıldığı gibi Sivas o zaman mutasarrıflık (Mütesellimlik) ve Darende de Sivas’a bağlı bulunan Divriği sancağının bir kazası Gürün (ilçesi) bu tarihlerde Darende’ye bağlı bulunan bir köy konumundadır. 1236/1821 tarihli Arıza ve fermanlarda anlaşıldığı gibi Sivas Valisi Vezir Asgar Paşa ve Darende kazası müdürü ise Osman Bey isminde bir zattır. 1262/1846 tarihinde (I. Abdülmecid zamanında) Sivas Valisine gönderdiği bir hüküm suretinde belirtildiği gibi Gürün, Darende kazasına bağlı bir nahiye konumunda ve buranın müdürü de Abdülfettah Ağa isminde bir zattır. Bu tarihi belgeye göre Darende’de medfun bulunan Somuncu Baba’nın evlatlarının elinde bulunduğu vakıflara ait bulunan Suçatı, Yuva, Bağlıçay, Ayvalı yerlerin gelirlerini Gürün Nahiye Müdürü Abdülfettah Ağa,’nın 1261-1262/1844-45 yıllarına ait gelirlerine el koyarak vermemesi ve kendisinin toplaması üzerine padişaha dilekçe ile başvuran Somunca Baba’nın evlatları ve dönemin Darende Müftüsü (Kadı) tarafından payitahta dilekçe vermiş olduklarından bahsetmekte ve bu şikâyet üzerine de padişah bu durumun düzeltilmesi için Sivas Valisi’ne bu konuyla ilgili bir ferman göndermiştir. Bu fermanda da açıkça anlaşıldığı gibi bu tarihlerde Gürün Nahiye konumunda ve Darende kazasına bağlı bulunmaktadır.

İşte bu dönemlerde, Osmanlı Devleti’nin imparatorluk olmaya başladığı tarihlerde göçebe Türkmenlerin yerleşik düzene geçtiği ya da devlet tarafından zorunlu iskâna tabi tutulduğu dönem olmuştur. Bu tarihlerde kişin güney bölgelerine yazın da Tohma Havzasına gelerek koyunlarını otlatmakta olan Türkmenlerin sayısı oldukça fazladır. Aslında Gürün ve havalisine ilk yerleşme obalar halinde değil de sayıları sınırlı ölçüde kalmış olan aileler yerleştirilmişlerdi. Daha Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in babası olan Orhan Bey, torununun (Osman’ın en küçük oğlunu) Cimri hadisesinden sonra Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev’in hizmetine vermişti. (1264-1283) Keyhüsrev de bu çocuğa Kahta tarafında Yığnık mıntıkasını tımar olarak vermişti. İşte bu zatın çocukları olan Halil, Bayat ve Ahmet Beyler bu bölgelerde ve Malatya havalisinde aşiret beyleri olarak bulunuyor ve hüküm sürüyorlardı. Hicri 798’de yani Miladi 16 Ekim 1395-4 Ekim 1396 arasında Memlüklü Sultanı Berkük ölünce Yıldırım Han Malatya bölgelerine hücum ederek bu bölgeleri tümden ele geçirdi. Darendeyi ve buraya bağlı yerleri ve Besni’yi de aldı. Sonra geri Bursa’ya döndü. İşte bu sıralarda da akrabaları olan insanlarla bu bölgelerde karşılaşmıştı. Daha önceden de Hicri 730 tarihinde (Miladi: 1326 yılında) Orhan Gazi Bursa’yı fethettiği zamanlarda bu savaşa katılan Darende, Niğde ve Kayseri ahalisinden, Darende ahalisinin bir kısmını Bursa’ya yerleştirmiş olduğu gibi 46 hanelik Türkmen gurubunun da 6 hanesini Gürün’e ve 40 hanesini de Darende kalesine yerleştirmiş ve 700 haneye ulaşan Darende kalesini de yeniden tamir ettirmişti. Rivayetlere göre Battal Gazi Rumlardan iki önemli askeri yakalayarak Malatya’ya götürürken bugünkü Bahçeiçi köyünde (Tıhmın) bunları bir ağaca bağlar kendisi de ikindi namazını kılmaya durur. Bu arada bu iki Rum bağlarını çözerek kaçarlar. Ve namazını bitiren Battal Gazi bunları aramaya başlar ve yolda bu bölgede yaşayan Müslümanlardan bir rivayete göre de burada yaşayan Rumlar’dan bu iki kişinin ne tarafa gittiğini sorar adamlar ise Tahminen” şu tarafa gitti diyerek Gürün tarafını gösterirler.

İşte bu tarihten sonra Tıhmın köyünün adı Tahminen” sözünün değişikliğe uğrayarak Tıhmın”a dönüşmesinden meydana gelmiştir. Yine rivayetlerde Battal Gazi şimdi halkın bir takım çaput vb. gibi şeyleri bağlayarak ziyaret vb. gibi saydığı bir çınar (aslında bu ağaç meşe ağacıdır) ağacı bulunmaktadır. Güya bu ağacı Battal Gazi kuru bir dal iken veyahut ta elinde bulunan asasını dikmiş ve olduğu kesinlik kazanmış olur. Çünkü 1830’lu yıllarda bile Gürün’ün ve yöresinin köyleri de dâhil olmak üzere büyük bir ormanlık bölge olduğunu yaşlı insanlar anlatmaktadırlar ve Güründeki evlerin ve köylerdeki meskenlerin hep bu ağaçların kesilerek damlara atılmış olduğu da bir gerçektir. Adından da anlaşılacağı üzere Hezanlı dağı mevkiinde bol miktarda ardıç ağaçlar bulunduğunu keza yine yaşlılar anlatmaktadırlar. Güründen köylerine, örneğin Karadoruk köyüne veya Telin’den Böğrüdelik köyüne geceleyin gitmek çok zor olurdu. Yabani hayvanların (kurt, aslan ve çakal, ayı gibi) saldırısından korkulmakta olduğunu yaşlı insanlar bizzat anlatmışlardır. Hal böyle olunca bu çınar ağacının tarihini Battal Gazi zamanına kadar götürmek imkânsızdır. Battal Gazi ile ilgili bir rivayet ise bugünkü Gübün (Çayboyu) köyündeki mağaraların birinden girerek Burçevi Mahallesinde bulunan eski tarihi Burçevi mevkiine giderek bu bölgelerde Rumları kıtal ettiği rivayetidir. Bugün halk arasında dolaşan bu rivayetin doğru olması ihtimaldir. Çünkü çarşı başındaki mağaralardan bir girişten 40-50 metre kadar içeri girildiğinden burada geniş bir saha (mağara) bulunmakta ve buradan da mağaralar üç kısma ayrılmaktadır. Eskiden buradan burç evine kadar gidilmekte olduğunu bizzat yaşlılar anlatmaktadır ve bizzat girenler de bulunmaktadır. Battal Gazi’nin burada Rumlar ile mücadele etmiş olduğu doğrudur fakat efsane biçiminde anlatılanların birçoğu halkın ağzında dolaşan rivayetten öte bir şey değildir. Halkın dilinde dolaşan burada Gürün başta olmak üzere Telin’in bir kısmında ve Gübün’de ve Gürün’ün köylerinde Bizanslılar’ın asıl yurtlarından sürerek bu bölgelere sürmüş oldukları Ermeniler’in yaşamış olduğu doğrudur ve Ermeniler ile birlikte Rumlar’ın da bulunduğu nüfuslarının resmi kayıtlardan da anlaşılacağı üzere her zaman Müslüman nüfustan az olarak azınlık olarak fakat barış ve huzur içerisinde kardeşçesine Türkler ile birlikte burada yaşamış oldukları da tarihi bir gerçektir.

1929 yılı Sivas il yıllığında verilen bilgilerde de belirtildiği gibi. Sivas vilayeti topraklarında çıkan nüfusun yerine genel savaş sonrasında Şark ve Garbdan birçok muhacir ve mülteci nüfus gelerek yerleşmiştir. Güründe göç eden Ermenilerden kalan yerlere 1900’lü yılların başından itibaren, bölgeye özellikle doğudan; Kars, Ardahan, Erzurum ve v.b. gibi bölgelerden gelen muhacirler yerleştirilmişlerdir. Bu nüfusun en çoğunu ise şarktan gelenler oluşturuyordu. Bu göçler ve mübadele çerçevesinde 1929 yılı itibariyle Gürün ilçesinde yerleştirilen muhacir ve mültecilere verilen toprak miktarı ve mübadil nüfusun miktarı ise şöyledir: 2641 dekarlık toprak verilmiş olup, 191 hane yerleştirilmiştir. Ve bunlardan 434 tanesi şark muhaciri ve mülteci nüfusudur ve yı iç isyanlarla çökertmeyi amaçlamışlardır. Göbekören Nahiyesinin de 30 tane köyü vardır. 1929 yılı resmi rakamlarına göre kentte 817 hanede 2301 tanesi kadın ve 2299’u da erkek olmak üzere merkezde 4600 nüfus vardır. Bu nüfusun da 150 tanesi sanatkârdır. 68 tanesi tüccar ve diğerleri de çiftçidir. Kentte 21 tane manifatura, 16 tuhafiye, 31 tane bakkaliye ve 100 adet de muhtelif dükkân mevcuttur. Kentte 10 tane temiz içme suyu bulunmaktadır ve aynı zamanda da kentte bir otel ve 7 adet de han mevcuttur.

Bugün yöremizde yaşayanların büyük bir çoğunluğu bu son gurupta olanlar oluşturmaktadırlar. Anadolu’daki yer adlarının Türkmen boylarının adlarını taşıması, Türk yerleşmesinin kanıtı sayıldığı gibi aynı zamanda günümüzde bile eski Türk toplumu arasında konuşulmakta olan ve Türkmen guruplarının özelliklerini günümüz Türk insanına kadar taşıyan kelime, söz veya deyimlerin de aynı şekilde kullanılmış olması ve aynı anlamları taşıması da Türkmen boy ve oymaklarının günümüz Türk insanıyla olan bağlantılarının bir delilini teşkil eder. Örneğin günümüzde kullanılan pek çok yerleşim alanının veya mevki ile kışlık ya da yazlık yaylak isimlerinin aynı şekilde kullanılmış olması bu aradaki bağlantıyı daha da kuvvetlendirmektedir. Keza atasözleri veyahut ta kelime veya deyimler bilhassa da örf ve adetler, gelenekler de ayrı birer delilleri teşkil etmektedirler. Yöremizde kullanılan Koru” veya Koruk” sözcükleri ile Koyak” sözcüğü Tohma havzasında oldukça sık ve fazla kullanılan kelimelerden birisidir. Ber” veya Berci” ya da Sürü” veyahut ta Yılkı” ve yine Sürek” gibi hayvancılıkla ilgili kelime veya isimler XVI. ve XVII. yüzyılda hatta daha evvelki Türkmen oymaklarının ortaklaşa kullanmış olduğu sözcüklerdir.

Keza, Şuğul, Suçatı, Çayboyu, Çat, Bük gibi en fazla kullanılan ortak isimler de eski Türkmen kelimelerinin günümüze kadar ulaşmış olanıdır. Yine bu yörede Düz ve otlak yerlere eskiden beri Yayla veya yaylaka” veyahut ta Yazı adı verildiği gibi çeşitli atlı oyunların yapıldığı geniş yerlere de Yarış yeri” adı verilmektedir. Ağıl” kelimesi ise; yaylalardan hayvanların barınaklarına verilen isim olduğu gibi Hayma” ismi de hayvanlara kışın yedirilmek üzere yığılan kurumuş ota verilen isimdir. Ot ve Saman konulan çuvallara günümüzde Harar” denildiği gibi bugün Adana ve Hatay’daki Karakeçililerde de aynı isimler verilmekte ve kullanılmaktadır. Bu yöremiz insanıyla o bölgede yaşayan insanların aynı Türkmen guruplarının birer devamı olduklarının da bir delilidir. Karakeçililer, oturmuş bir şekilde duran ve hiçbir şey yapmayan kimselere “Lök” derlermiş. Günümüzde bile Tohma ve yörelerinde böyle oturanlara Lök gibi oturuyor” denmektedir. Lök ise günümüzdeki Güney Türkmenlerinin deveye verdikleri isim olduğu gibi yöremizde de aynı anlamda kullanılmaktadır. Ve bu bölgelerde yerleşik düzene geçmiş olan insanların bu Türkmen oymaklarıyla aynı boy veya oymaklardan gelmiş olduklarına da kanıttır. Günümüzde hala mevcut bulunan ve evlenecek kızın babasına oğlan tarafından verilen paraya aynı Karakeçililerden denildiği gibi “Galın” denmesi bu birlikteliği ve benzerliği ispat etmektedir. Bütün bu ve buna benzer kelimelerin yanı sıra bir de birbirine yakın olan ilçe merkezlerinde veya vilayetlerdeki yerleşim birimlerinin hemen hemen aynı isimlerle kullanılmış olması da çok dikkat çekicidir.

Günümüzde, Gürün- Kangal havalisindeki tüm yerleşim birimlerinde böyle yerlere aynı isim verilmektedir. Ayrıca sürülmeyen ve eskimiş tarlalara veyahut ta yeni sürülmüş bu çeşit tarlalarada “Bor” adı verilmektedir. Güneydeki Karakeçililer/Yörükler mutfak eşyalarına sofraaltı, sele, sini, sahan, çomça, aşgana vb gibi şeyler demektedirler. Oysaki günümüzde bile yöremiz insanının bu eşyalara vermiş oldukları isimler de aynıdır. Gürün ve havalisinde dilsiz olanlara lal veya lallik denmesinin nedeni bu deyimin Karakeçililer tarafından da aynı şekilde kullanılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Yine ölen kimse için öldüğü ilk günde mezarının başında ateş yakmak veya ölen kimsenin hemen ardından yemek vermek de Karakeçililerin adetlerindendir. Bugün “kazma takırtısı” adı altında Suçatı Kasabası’nda böyle bir âdetin devam ettirilmiş olması, karakeçililer ile yöremiz insanı arasındaki ilişkinin bir delilini teşkil eder. Yöremizde oldukça sık kullanılan “Oğlunla ordu ol, kızınla komşu ol” vb. gibi deyimler” hala yörükler arasında sıkça kullanılan deyimler arasında bulunmaktadır. Yine bir kısım Türkmen boy veya oymaklarının başlarına “Börk” veya “Külah” giymiş olduklarını tarihi kaynaklar belirtmektedirler.

Bugün Gürün ilçesinin Börklü (Kındıralık köyü) ve külahlı köyünün bulunması, buralarda yaşayan insanların eskiden börk ve külah denen şapkayı giyinmiş olduklarının söylenmiş olması, bu yörükler ve Karakeçililer ve diğer Türkmen oymakları ile bağlantıları olduğunun bir delilidir. Çünkü günümüzdeki çocuk oyunlarımızda bile “ya şunda ya bunda, keçe külah başında” gibi tekerlemelerin hala dilimizde geçerliliğini korumuş olması bunu doğrulamaktadır.
Bilindiği gibi Külah-Börk-Taç eski Şamanist Türklerin Kam ve şamanlarının özel dini giysilerinin olmadığı yerde külah ve börk onun yerini tutmakta olduğuna inanılmaktaydı. Şamanist Türklerin Yurak ve Samoyed inançlarına göre bunlar güçlerinin büyük bir bölümünün bu külahların içinde gizli olduğuna inanılmaktaydı. Bugün Türkiye Kızılbaşlığında baş giyiminin manası ve yeri çok önemlidir. Buna külah denilir ve kızıl börk veya taç dendiği de oluyor. Mürşidin başında taç yok ise erkân yapılmaz” sözü bundan dolayıdır. Yine kesilen bir kurbanın kanının toprağa damlatılmamasına çalışmak ve bir çukur kazarak ona hürmet etmek, yesevilik de mevcuttur.Ve yine ölen kimse için öldüğü günün ilk gününde mezarının başında ateş yakmak veya ölen kişinin hemen ardından “ölü aşı” veya “can aşı” ya da “can etmek” gibi ölünün ruhu adına düzenlenen adet ve gelenekler, Can etmek” vb. gibi isimlerle anılan ölünün ruhu için düzenlenen yemekleri vermek, bunun için kurban kesmek (Bamsı Beyrek karısına üç ayda varmaz isem öldüğümü bilgil, aygır atım boğazlayup ölü aşum vergil”demektedir. Kabristanda yemek vererek kalan kısmın, Kurda kuşa yem olsun” mezarın üstüne dökmek ve ölen insanın ardından onun iyiliklerini sayarak ağıtçılar tutarak bir nevi yuğ yapma adetleri, ölünün ardından kırkıncı, elliikinci gecelerinde yine böyle şölenler düzenlemek, ölünün yasını tutmak için onun atının kuyruğunu kesmek, kara elbiseler giymek gibi adet ve geleneklerin hala yöremiz insanının örf ve adetlerinden bir kısmını oluşturması Sivas insanının Türkmen boylarıyla nasıl bir şekilde bağlı olduklarının bir delilidir.

Keza, Bugün Gürün ve Kangal ilçesinin hemen hemen her yöresinde gerek şölenlerde ve gerekse yas günlerinde bilhassa da eski dönemlerde mezar başına götürerek orada yenilen Kömbe yemeğinin halen yapılmış olması, eski Karakeçili gerek Alevi ve gerekse Sünni Yörükleriyle günümüz yöre insanının arasındaki bağlantıyı sağlayan kültürel birlikteliktir. Keza ninelerimizden aldığımız alkış (Hayır dualar), eski Türkmenlerdeki (Kazak-Kırgız) Baksa’larının dualarına benzemiş olması, Kıpçak kelimesinin ağaç kovuğu anlamına gelmesi, yöremizde Bekleyi bekleyi kabaağaç oldum” veya Ben ağaç kovuğundan mı çıktım?” Gibi deyimler ile Türklerin Ağaçtan Türeme Destanı”nın varlığı ve aynı manas destanı ve diğer destanlarda da olduğu gibi Türk insanının binlerce yıldır benliğinin derinliklerinde nesilden nesile taşıyarak getirmiş olduğu öz kültürünün günümüz insanının kültürüne nasıl taşınmış olduğunun ve hala Sivas yöresinde de yaşıyor olduğunun bir delilidir ve ispatıdır. Çünkü Gürün İlçesi’nin Tersahan, Tıhmın (Bahçeiçi), Konakpınar Köyü’nde ve Kangalın Turnalı köyünde bulunan ve yaşları tahminen beş yüz senelik ardıç ve diğer ağaçların bulunması ve bunların ziyaret yeri olarak kabul edilmesi bunu göstermektedir.

 

Benzer gönderiler